Yalnızlığın Kokusu
YALNIZLIĞIN KOKUSU
Bana kendi ismimle seslenmedi hiçbir zaman. Adımı hep Rukiye zannetti. Bastonunun tık tık seslerinden geldiğini anlardık. Kapıyı açıp olanca gücüyle “Urkiya” diye bağırırdı. Çocukça bir nazla kalkardım yerimden. Annem bir bakışıyla kalkışımı hızlandırır ben koşarak Şerife ebemin yanına gider, boyaları dökülmüş, rengi duvarın dökülmüş cilasıyla aynı olan ahşap kapının eşiğinden geçmesine yardım ederdim. Şerife ebe babamın üvey annesiydi. Beli büküktü, elinden bastonu, dilinden duası eksik olmazdı.
Amcamın oğlunun küçük bir duvarla bizden ayrılan avlusundaki kendisinin rahatlıkla sığabildiği küçük evinde yaşardı. Elinde plastikten minicik ibrikleriyle gelir, benim onları artezyen kuyusundan doldurup getirmemi isterdi. İnsanlar yaşlandıkça sadece giysileri değil, kullandığı eşyaları, attığı adımları ama en çok da dünyaları küçülürmüş. Şerife ebe bizim için bir masal kahramanı gibiydi. Değişik zamanlarda değişik masallara götürürdü bizi. Elinde plastik ibriklerle geldiğinde benim için masalın üvey annesi olurdu. 8 yaşındaydım ve her akşam koyun sürüsünün içinden, köpeklerden sakınarak o artezyene gitmek işkence gibi gelirdi. İbrikleri aldığım gibi ortadan kaybolur, bir artezyen mesafesi kadar zaman geçirir, bahçedeki tulumbadan suyu doldururu evine bırakırdım. Evi de küçücüktü. İçeri girince cila kokusuyla karışık Şerife ebe kokardı ev. Girişte hol ve mutfak niyetine çok ışığı olmayan bir bölüm vardı. Köşede kalmış kerpiç ocak aksesuar niyetine orada dururdu. Her şey onun boyuna göre yapılmıştı. Minyatür ev gibiydi. Çinko kapkacaklarını ben yıkar özenle yerlerine yerleştirirdim. O evde Kül kedisi rolüne bürünür, hayali kız kardeşlerime öykünür, her yeri siler süpürürdüm. Dedim ya masal gibiydi. Evcilik oynamaktan farkı yoktu. Diğer odada bir yatak bir sandık ve ebenin kıyafetlerinin asılı olduğu perdeli bir pencere vardı. Köylerde bu perdeli tek kerpiç eksik bırakılmış girintiler elbise dolabı niyetine kullanılırdı. Kimisinin perdesi işlemeli olurdu kimisininki basmadan. Şerif ebenin odasında bir köşede duran ve anahtarını hep yanında taşıdığı, içindekileri herkesten gizlediği sandığında ne sakladığını merak ederdik ama merakımızı hep kendimize saklardık. Komşular ve akrabalar sırayla küçük kaplara koydukları yemekleri getirirlerdi. Hiçbir tabağı yıkamadan vermezdi. Evine gidip her iş yapışımda ödülüm cam şekerdi. Her defasında şekerlerin renkleri değişirdi, değişmeyen tek şey elime şekeri koyarken ettiği dualar ve benim heyecanımdı.
Benim için oyun arkadaşı gibiydi. Onun evini istediğim gibi kullanırdım. Kulakları duymadığı için her defasında ona farklı roller verir, kendi kendime diyaloglar üretir, sanki bana cevap veriyormuş gibi konuşurdum. O zaman çok küçüktüm ve insanların yaşlandıkça çocuk gibi davrandıklarını anlamaz, bu yüzden yaptıklarına anlam veremezdim. İnsan yaşlandıkça başkalarına ne kadar da ihtiyaç duyuyormuş meğer. İşlerini kendisi yapmaya özen gösterir ama mutlaka işin ucundan tutacak birine ihtiyaç duyardı.
İki tane kızı vardı onlar da yaşlıydı ve evleri bize uzaktı. Onların da hayatlarını devam ettirmek için başkalarına ihtiyacı vardı. Bizim de Şerife ebenin sevgisine ihtiyacımız vardı. Öz torunu olmadığımız halde bizi severdi, en küçük torun olduğum için sanırım ya da onunla en çok ben vakit geçirdiğim için beni daha çok şımartırdı. O da beni arkadaşı gibi görüyordu. Bir keresinde evinin eşiğinden geçemeyip düşmüştü, en çok bana sitem etmişti yanına geç gittiğim için.
Televizyonla ilk tanıştığındaki tepkilerini hala hatırlarım. O kadar insanı nereye sığdıracağımıza anlam verememiş, hepsini bastonunu televizyona tutup sallayarak kovmuştu. Gelinine iş çıkardığı için oğluna kızar, evimizden bir türlü gitmeyen insanlara ahlar ederdi.
İnsan yaşı küçükken daha bencil oluyormuş, onun yaşlılığını, yalnızlığını anlayamazdım o zamanlar. Yıllarca küçücük evinde yaşayıp gitti. İspirto ocağı, gaz lambası, yatağı, yastığı arkadaşlık etti ona. Biz evimizde kavga gürültü yaşayıp giderken onun yalnızlığını dinleyemedik..
Sabah kahvaltıya çağırmak için koşarak evine gittiğimde karnını doyurmuş, ortalığı toplamış halde bulurdum onu. Elinde tespihi kendi kendine konuşurdu. Yanına gelenlere hal hatır sorar, kendisinden bahsederken sürekli şükrederdi. Aynı avlunun içinde olmak bile ona güven veriyordu.
Sonra bir gün o eşikten yine düştü. Bir daha kalkamadı. Bir bayram günü babamların şehir dışından gelmesini bekledi. Başında dualar edildi ve sessizce ayrıldı aramızdan.
Sonra evi yıkıldı. Uzun yıllar oradan her geçişimizde o kokuyu aldık. Naftaline karışık yalnızlık, gaz ocağı kokusuyla yaşlılık, cila kokusuyla saflık…
Uzun bir zaman kapıyı açıp gelmesini bekledim, bana bağırmasını, bir şekerle gönlümü almasını, beli bükük olduğu için eğilip öptüğüm nur yüzünü özledim.
Bu yaşıma geldim hala özlerim. Özledikçe dua eder ve o yalnızlığının kokusunu mis gibi içime çekerim.
- WhatsApp'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Facebook'ta paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Twitter üzerinde paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Telegram'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Skype'da paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Yazdırmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Arkadaşınızla e-posta üzerinden paylaşmak için tıklayın (Yeni pencerede açılır)
- Yalnızlığın Kokusu - 15 Haziran 2015
- Eskinin Yenisi Yıllara - 3 Ocak 2015
- Bir Gün Büyüdük - 15 Aralık 2014
- Ne Öğrendim - 2 Temmuz 2014
- Benim Şehirlerim - 13 Haziran 2014
- Soma’nın Ardından - 7 Haziran 2014
- Özlemek Ya Da Özlemek - 31 Mayıs 2014
- Bu Kader, Peki Diğerleri? - 5 Şubat 2014
- İlkokul Öğretmenlerime… - 3 Ocak 2014
- Kalıp Ustası - 11 Aralık 2013