Beyaz Zambaklar
<ul>
“Şehit olan tüm Öğretmenlerin aziz hatırasına saygıyla…”
Çıkış zilinin ardından öğrenciler okulu boşaltınca öğretmen de okulun kapısını kapatıp müdür odasına çekildi. Okulun hem öğretmeni, hem müdürü, hem hizmetlisi olduğu için okuldaki bütün odalar onun odasıydı. Bu aslında garip bir durumdu ama o bunun tadını çıkartıyordu. Tek öğretmenli bir köy okulundaki tek öğretmen olmak birçok kimse için bir kâbus gibi görünse de o bunu pek takmıyordu. Hem köylüyle hem de öğrencilerle arası iyiydi. İşte şimdi de öğrencilerini dağıtmış kapısında “müdür” yazan küçücük bir odada günün yorgunluğunu atacaktı. Odada bulunan küçük tüpü yakmış, üzerinde sürekli bulunan çaydanlık da yavaştan ısınmaya başlamıştı. Isınan çaydanlığın çıkardığı seslerin eşliğinde hayallere dalmışken dışarıdaki demir kapının gıcırtısı duyuldu. Yorgunluğunu atmak için biraz dağınık oturduğundan o toparlanana kadar müdür odasının kapısında üç kişi beliriverdi. Orta yaşlarda bir kadın ve kadının eteklerine yapışmış küçük yaşlarda iki erkek çocuğu karşısında duruyordu. Öğretmen şaşkınlığını atıp içeri buyur ederken kadın bir elindeki ayranla dolu bakracı masanın üzerine koyarken diğer elindeki zarfı da öğretmene uzattı:
“Öğretmenim mektubu okuyuverseniz…”
Mektubu eline alan öğretmen daha önceden açılıp kontrol edildiği belli olan zarfın içerisindeki kâğıdı çıkardı. Öğretmen aslında alışıktı bu tür durumlara. Köyde birçok kişi okuma yazma bilmediğinden köylü mektubunu ona okutturur cevabını da ona yazdırırdı. Köyde başka okuma yazma bilenler de vardı ama kimse kimsenin ağzına dedi kodu vermemek için hepsi en güvenilir gördükleri öğretmene getirirdi mektuplarını. Mektup getirenlerin çoğu kadınlar veya yaşlılardı. Çünkü köyün erkeklerinin neredeyse tamamı gurbete çalışmaya gider, belirli aralıklarla da köyde kalan yakınlarına mektup gönderirlerdi. Mektuplarda hem hal hatır sorulur hem de arasına kazandıklarından biraz para konurdu. İşte bu yüzden mektuplar açılır, içerisindeki paralar alınır geri kalanı da okutmak için öğretmene getirilirdi. Öğretmene giderken de kimisi birkaç yumurta, kimisi bir bakraç yoğurt veya elinde ne varsa bir hediye götürürdü.
Mektubu açan öğretmen okumaya başladı. Selam, kelam, büyüklerin elleri, küçüklerin gözlerinden sonra birkaç kelam edilir ne hasret dolu bir söz nede zorunlu kalmadıkça özel bir konu yazılırdı. Mektuplar resmiyetten ileri gitmezdi. Çünkü yazanda bilirdi mektubunun öğretmene okutturulacağını. Hatta bazen “Sağ olasın öğretmenim” türünden öğretmene yönelik cümleler bile geçerdi mektuplarda. Bu mektup da onlardan farksızdı. Öğretmen mektubu okuyup bitirince onu sessizce dinleyen kadın “İyilik, sağlık” ile dolu bir cevap mektubu yazdırıp bin teşekkür, mahcubiyet ve eteğine tutunmuş çocuklarıyla odadan çıktı.
Kadın ve çocuklar çıkınca çayını demleyen öğretmen çayın demlenmesini bekledi bir süre. Yeterince beklediğine kanaat getirdiğinde ise bir bardak çay doldurup az önce yanına gelenleri düşünmeye başladı. Bu düşünceler onu alıp kendi çocukluğuna götürdü. Kendisi de bir köylü çocuğuydu. Köylüyle bu kadar güzel anlaşmasının sebebi de buydu işte. Onların nasıl olduklarını, nasıl düşündüklerini, nelere ihtiyaç duyduklarını çok iyi bilir ona göre davranırdı.
O da az önce annesinin eteğine yapışan çocuklar gibi annesinin yanından ayrılmazken bir gün elinde bir defterle köyün öğretmeni evlerine gelmiş, şöyle bir boyuna posuna bakıp yaşı erken olmasına rağmen “Olur, olur” diyerek babasının konuşmasına bile fırsat vermeden onu oracıkta elindeki deftere kaydetmişti. Okula gittiği ilk gün, daha dün gibi aklındaydı. Öğretmenin verdiği eski ve çok büyük siyah önlüğü giydiğinde bir köşede kimseye fark ettirmeden ağlamıştı. Pantolonu gömleği de eskiydi ama bir başkasının eskilerini giymek ona fazlasıyla dokunmuştu.
Sınıfları bir bir ilerlerken zaten durumu iyi olmayan babası onu okutmakta epey zorlanmıştı. Üniversiteyi kazandığındaysa bir taraftan çalışıp bir taraftan okumuştu. Öğretmen olmayı çok istemişti. Çünkü liseye giderken okuduğu bir kitap onu çok etkilemişti. Finlandiyayı yoktan vareden öğretmenler onda inanılmaz bir etki bırakmıştı. Bir milleti, bir ülkeyi her şeyi ile kalkındıran; onlara millet olma, beraber yaşama bilinci kazandıran fedakâr öğretmenler onun zihninde ete kemiğe bürünmüş bir haldeydi. O da onlar gibi olmak istiyor, ülkesinin her yerinde, bütün bahçelerinde beyaz zambaklar yetiştirmek istiyordu.
İşte bu düşüncelerinden dolayı üniversite de öğretmenlik tercih etmiş, bitirince de atandığı bu köyden hiç yüksünmemişti. Yıllardır emek verdiği bu köyde sayısız hanımefendi, beyefendi yetiştirmişti. Öğrencilerinin bazıları ilkokuldan sonra okumuş bazıları okumamıştı ama hepsini bir çiçek yetiştirme titizliğiyle yetiştirmiş, hepsinin tek tek bu ülke için ne kadar değerli olduğunu öğretmişti. Mezun olalı on yıl geçmesine rağmen de evlenmeyip hala ideallerinin peşinden gidiyordu. Oysa o da istiyordu kendi yavrularını kucaklamayı, evine yorgun argın dönünce tatlı bir sedayla merhabalaşmayı. Her zaman aklına gelip giden ve onu Tüm bu düşüncelerin koynunda tatlı bir uykuya dalmışken derinden gelen seslerle yavaşça gözlerini araladı. Akşam çökmüştü. Bu saatlerde köyde yalnızca hırlaşan köpeklerin sesleri yankılanırdı. Ama bu sesler farklıydı ve onu çok korkutmuştu. Biraz kulak kabartınca silah sesleri de duymaya başladı. Sonra da yankılanan çığlıkları duyup cama doğru yöneldi. Elleri silahlı birkaç adam köyde bu güne kadar kimsenin dile bile getiremediği bir sahneye imza atmaktaydılar. Teröristler, üniversite çağına gelmiş ancak yokluktan köyde baba ocağında hayatlarına devam eden delikanlıları; eski öğrencilerini önlerine katmışlar yürüyorlardı. İki gözü iki çeşme feryat içindeki anaları hiçe sayarak canlarını, evlatlarını onlardan çalmaktaydılar. Bir ana direnecek oldu ama tüfeğin kabzası zavallı kadının yüzünü kan içinde bıraktı. Görüntü o kadar dehşet vericiydi ki, oğulları elinden alınan diğer kadınlar elleriyle ağızlarını kapatıp oldukları yerde kala kaldılar.
Ne olduğunu idrak eder etmez hemen koştu Mustafa öğretmen. Bir zamanlar kendi yavrusuymuş gibi özenle geleceğe hazırladığı, kendi çocuğuymuş gibi emek verdiği gençleri kurtarmak için bir an bile düşünmedi. Buna izin vermesi söz konusu bile olamazdı. Adamlara gençleri bırakmaları gerektiğini söylerken birden bir sıcaklık hissetti sol yanında. Göz kapaklarında tatlı bir ağırlık… Yer çekimi artık yok gibiydi… Kendini gecenin koynuna bırakıverdi. Gece yorulmuş, susmuştu artık. Her şey göz açıp kapayana kadar geçti. Adamlar önlerine kattıkları gençlerle birlikte arkalarına bile bakmadan gittiler. Sessizlik yerini bu kez kendisi için yapılan feryatlara bıraktı. Sesler ve renkler artık çok uzaktaydı…
Aras kenarından Göksu kenarına yorucu bir yolculuktan sonra geldi Mustafa öğretmen; üzerinde kırmızı bir kıyafet, elinde beyaz zambaklar. On yılın mahsulü, yorgunluğu, emeği ellerindeydi. Onu karşılamaya gelen insan selini bu köy, tarihinde görmemişti. İşte o zaman anladı Mustafa öğretmen emeklerinin boşa gitmediğini… Anladı beyaz zambakların bu ülkede ne kadar çok sevildiğini…