Sıcak bir yazın ardından yine geldik sonbahara. Gün dönmeye, gece yaklaşmaya, yapraklar sararmaya yüz tuttular. Rüzgârlarla savrulan sarı yapraklar… Herkesin izlemeye doyamadığı, ancak izledikçe efkârlandığı, efkârlandıkça hayatını tarttığı rüzgârlar, sarı yapraklar…
Ve yine geldi sarı sonbahar. Hazan da denir aslında ve her nedense hüznü çağrıştırır bana. Gidenler hep sonbaharda gider. Hep son baharlar son bulur her şey… Sonbaharda ayrılır âşıklar, son baharda ölür insanlar… Mesela Eylül vardır sonbaharda; yaşamakla ölüm arası. Oysa sıradan ve kendince güzel bir mevsimden ibarettir sonbahar. Öyleyse nedir onu böyle hüzünlü kılan? Sarı yapraklar mı? Sert esen rüzgârlar mı?
Gelin şimdi sonbahara başka bir açıdan bakalım. Önce bir heybe yapalım sizinle. Katı, pek ve ağzı bohçalı bir heybe olsun bu. Arındıralım sonbaharı suçlarından. Sırtımızdaki kamburdan kurtulalım ve aslında sonbaharın ne kadar güzel olduğunu görelim.
Aslında yeni bir başlangıçtır sonbahar. Yeni tohumların atıldığı, doğanın canlanmak için dinlenmeye çekildiği, çocukların kartopuna bir an önce erişmesi için kenara çekilmesidir… Çiçekler ölür, ağaçların yaprakları önce sarıya sonra kırmızıya çalar ve savrulur. Güneş çok yorulmuştur yazdan, kendi sıcağından, pek görünmez olur. Aslında sonbahar doğa için bir nimettir. Ardından kışı getirir. Bereketi, karı, yağmuru ve ardından ilkbahar gelir. Çiçekler yeniden yeşerir, dallar yapraklanır. Bu bir döngüdür aslında. Peki, o zaman sonbaharın hüzünle nedendir bu yaman çelişkisi?
…
Adam paltosuna sarılmıştır sımsıkı, savrulan yaprakları izlemektedir. Park artık yalnızlaşmıştır. Tek tük çocuklar, koşturmaya çalışmaktadır. Bir iki insan çarpar gözüne. Yalnızlığına lanet okur. Yine bir sonbahardır ve adam yine yalnızdır…
Bir kadın, gözleri yaşlı, cam önünde, ağlamaklı ve hayata hırslı… Geçen sonbaharda gitmiştir sevdiği, yine sonbahardır ve o hala gelmemiştir. Savrulan yapraklar gibi, savrulmaktadır aşkı… Sevgisi de ölmektedir bahçesindeki çiçekler gibi, yavaş yavaş solmaktadır umudu…
Bir anne, efkârlı, hasret dolu. Gözlemektedir evlatlarının yolunu, kendisi gibi unutulmuş ihtiyarların, kimsesiz insanların olduğu huzur evinin bahçesinde. Neden aramıyorlar ki onu, nedendir bu kadar vefasızlık?
Güz, hüznü çağrıştırmadı mı size de? Şimdi heybemizi açalım ve şöyle bir bakalım son bahara. Aslında en güzelidir mevsimlerin. İnsan yaşadığını en çok bu mevsimde hisseder. Doğa ölürken yavaşça, aslında yaşamın nasıl da koşturduğunu hisseder. Çiçekler solarken ne kadar hüzne boğulsa da işine yetişme derdindedir? Heybeye koyalım hüznü. Hüznün mevsimi olmasın hazan. Aslında yaşadığımızın ne kadar farkında olduğumuzu anladığımız mevsimin adı olsun hazan. Sımsıkı kapatalım heybeye koyduğumuzun hüznün ağzını. Yeniden canlanışı, yeniden uyanışı izleyelim. Yalnızlığın suçunu son baharda aramayalım. Terkedilmişliği, ihaneti, vefasızlığı yüklemeyelim ona. Yaşamı verelim sonbahara.
…
Bir zamanlar uzun bir yolculukta fark etmiştim aslında yaşadığımı. Mevsim sonbahardı. Ve ben mutluydum aslında. Aslında yaşam sonbaharda saklıymış. Sonbahar hayatın kaynağı…